27 Aralık 2014 Cumartesi

BİR DENEYİM : AMERİKA DA ARABA KİRALAMAK VE ARABA KULLANMAK ATLA DEVE DEĞİLMİŞ!!!

Sanfrancisco da son günümüz. Bugün program çok dolu. Birbirimize belli etmesek de biraz  heyecanlıyız çünkü daha önce bir çok kez Amerikaya gelmiş olmakla birlikte burada araba kiralamak üçümüz için de bir ilk. Bir gün önce Fishermanwarf da gezinirken Sanfrancisco da nerede ise adım başı bulunan araba kiralama servislerin den birini Hertz i gözümüze kestirdik ve araba kiralama işini hallettmiştik. Arabayı 24 saatten az bir süre için kiralayamıyorsunuz. Biz de 24 saatlik, full sigorta ve GPS olan üst segment bir araba kiraladık. Arabayı otelimizin  hemen arkasında bulunan Hertz in şubesinden  almak üzere işlemlerimizi yaptırdık. Sabah erkenden kalktık. Saat 08.00 de Hertz deydik. 3 görevlinin oturduğu banka ya benzer bir yer. Bize en asık suratlı görevli denk geldi. Bir gün önce bize verilen makbuzu verdik Adam '' arabayı GPS ile kiralamışsınız ama maalesef elimzde fazla GPS yok vazgeçme hakkınız var'' demez mi?  Aman Allahım Sausalito ve Napa Valley hayallerimle aramda duran bu adamı parçalayabilirim. Tabi ben herzamanki itirazcı ve kuralcı kişiliğimi takınarak  ''GPS ile kiraladık bulmak zorundasınız, cünkü bize bu şekilde rezervasyon yaptınız'' diye direttim. Adamın umurunda değil ''istediğin yere şikayet edebilirsin'' demez mi? Hatta bir de üstüne ''çabuk karar verin arkanızda bekleyenler var'' diye de ilave etmez mi?  Hayatta bir şeyi kafama koydum mu mutlaka yapmam lazım O günde kafamda bu arabayı kiralayıp Sossolito, Muirwoods , Old Faithfull Geyser ve Nepa Valleye'e gitmek var Ne pahasına olursa olsun bu arabayı kiralamam lazım. Baktım olmuyor o zaman '' GPS olmadan kiralayalım'' dedim.  Öznur  ''delimisin kesinlikle olmaz, kayboluruz'' dedi. Zeynebim her zamanki ''ben ne olsa uyarım'' uysallığı ile bakınıyor. Tek başıma olsam kesin ne olursa olsun kiralardım ama Öznuru razı etmem imkansız biliyorum, üstelik haklı da. Zeynep ''gel şeker başka bir şirket buluruz'' dedi. Dışarı çıktık iki adım yürüdük bir baktık Europcar  var. Girdik içeri, direk kiraladık arabayı. Üstelik aynı arabayı daha ucuza kiraladık. Görevli kız anahtarları verdi, ''hemen yandaki otoparktan 3. kattan alabilirsiniz arabayı'' dedi. Bir de kart gibi bir şey verdi ''bununla da otoparktan ücret ödemeden çıkabilirsiniz''dedi....  Gittik dediği yerden arabayı aldık, direksiyona ben geçtim. İtiraf edeyim biraz heyecanlıyım çünkü daha önce Amerikada trafik polisleri ile ilgili bir çok şehir efsanesi duyduğum için tırsıyorum biraz Arabayı çalıştırdımç Bu arada Zeyneple Öznur navigatörü ayarladılar. Otoparkın kapısına geldik. Metalik bir ses ''turn right '' dediiii ve oleeeeeyyyyyyyyyy Amerikada araba kullanıyorummmmmmmmmmm....Şeytanın bacağını kırdıkkkk Hiçte korkulacak bir şey yokmuş, güzel güzel gidiyoruz ama arabayı ben değil 3 kişi birlikte kullanıyoruz. Co pilot Öznur. Zeynep arkada çocuklar gibi iki koltuğun arasında oturuyor ve yolu takip ediyor ....

Şimdi efendim bu Amerika ellerinde araba kullanmak öyle matah bir şey değil. Bazı kuralları bilir ve uygularsanız kolay bile.  Öncelikle dikkat etmeniz gereken şey, trafik ışıkları yolun üstünde tepede asılı. Biz ülkemizde tam trafik ışığnın dibinde dururuz, yani kavşakta hemen önümüzdedir trafik ışığı. Amerikada ise kavşakta karşısınızda görüyorsunuz dalıp da geçerseniz çok tehlikeli. O nedenle ışığı görünce kavşağı geçmeden durmanız gerekiyor. Bu ilk zamanlar zorlasa da çabuk alışılıyor. İkincisi ise yollar geniş, ortadaki şeridi  gidiş yönünüze bağlı olarak sağa yada sola dönmek için kullanıyorsunuz.  Bunun için de orta çizgiyi görünce o tarafa geçip ışıkta beklemeniz gerekiyor.  Eğer unutursanız bulunduğunuz şeritten dönemiyorsunuz. Bir sonraki çıkışa kadar da bir daha geçemiyorsunuz.  İlk başlarda bir kaç kere unutup bir iki çıkış ileri gidip, geri dönmek zorunda kaldığımız oldu. Bir de kavşaklarda bazen bu trafık ışıklarının yönünden dolayı kime yeşil yanıyor anlamak zor oluyorç Bu da ilk gün bizi zorladı.  Şehir içinde durum böyle. Highway dedikleri bizim E5 yada TEM gibi yollarda ise öncelikle hayatımda görmediğim büyüklükte kamyonlar biraz ürkütücüydü. Kızlara söylemedim ama yıllar önce seyrettiğim kamyon adlı korku filmi anılarımda canlandı. O kadar hızlı gidiyorlar ki yoldan bizi süpürmeleri işten değil yani. Yollarda hız sınırı var ve bu konuda çok kuralcılar. Yakalanırsanız vay halinize imiş.  Highway denilen şehirlerarası yollarda  çıkışlar için bazı kurallar var. Mesela bizde sağ şeritten giderken çıkış için ayrı bir serit çıkar karşınıza ve o yola saparsınız ama burada durum farklı biraz. Diyelim sağdan gidiyorsunuz ve bir yere sapmayacaksınız. Ama önünüzde bir çıkış varsa gittiğiniz şerit ayrılıyor. Ve o  zaman siz   çıkıştan çıkmak zorunda kalabiliyorsunuz. O nedenle sağa yada sola sapmayacaksanız en doğrusu orta şeritte gitmek yoksa kendinizi zorla alakasız bir çıkıştan çıkıyor bulmanız mümkün. Ha bu arada araba da tek kişi iseniz sol seritten gitmeniz de yasak  Bu da unutulmaması gereken bir kural  Dediğim gibi hız sınırlarına uymak lazım yoksa direk adrese ceza geliyormuş. Biz bir kaç yerde hız sınırını aştık ama bugüne kadar henüz bir ceza gelmedi.  Zaman aşımı olmuştur diye umud ediyoruz.

Sanfrancisco da son günümüzü Sausolito, Muirwoods, Old Faithful Gayser ve Napa Valley e ayırmıştık Bu konuyu ayrı bir yazı olarak yazacağım. Araba ile olunca hepsini bir günde gezebildik. Yollar geniş ve güzel. Kurallara uyduğunuz sürece bir sorun yok.

Gezeceğimiz yerleri gezdik akşam sorunsuzca Sanfranciscoya döndük. 

Ahhh unutmuşum o nedenle yazıyı güncelledim şimdi...Amerikada bizi asıl korkutan "benzini nasıl alacağız"? düşüncesiydi. Malum biz güzel Ülkemizde alışkınız, arabayı park ederiz, görevli gelir ve doldurur benzini sağolsun....( Ne büyük lüksmüş bu ya)

Gündüz sürekli aklımıza gelip düşüncelerimizin gerisine ittiğimiz benzin alma eylemini gerçekleştireceğimiz an geldi çattı. Zeynebimle Öznuruma kendimde çok inanmayarak dedim ki " İngilizcemiz var, nasılsa yazıyordur pompanın üzerinde,   okuruz alırız ne olacak " Bulduk bir benzin istasyonu arabayı pompanın önüne park ettik. Bu arada yerel saat 22.30. Hafiften ürküytoruz da kimse yok etrafta. Şansımıza Sanfrancisconun dış mahallelerindeyiz ve sis var ...Yani korkmak için tüm ortam şartları müsait. Aklıma Amerikan korku filmleri geliyor. Veeee o ne  benzin istayonunda ortada bir genç zenci var...Oleeeyyyy . Rica ettik doldurdu benzinimizi....Ohhh parayı da ödedik...( Bu benzin alma macerası burada bitmedi tabi...Los Angeles ve Las Vegasta binbir macera ile sonunda öğrendik. ayrıca anlatacağım bu macerayı)

9 Kasım 2014 Pazar

BİR YOL MACERASI

Nerden aklıma düştü bu Grand Canyon bilinmez ama son 5-6 senedir bir Grand Canyon takıntım vardı.  Sonunda bu hayallerime kavuştum ve dünyada görülmesi gerekli yerler listemden bir yer daha eksiltmiş olmamin dayanılmaz hafifliği sardı içimi.

Bu sene Amerikan Radyasyon Onkolojisi Kongresi (ASTRO) San Francisco daydı. Kongreye katılacağım kesinleşince hemen Grand Canyon progmamıma başladım. Sevgili meslektaşlarım Öznur ve Zeynep bana eşlik etmeye karar verince olay daha da bir boyut kazandı benim için.

Sonunda beklenen gün geldi çattı. THY'nin Los Angles uçağında yerlerimizi aldık. İstanbuldan San Franciscoya direk uçak yok maalesef. Los Angles aktarmalı gitmek zorundasınız. Bu aktarma meselesi yolculuğumun başlamasından bir gün önce bana nerede ise kalp krizi geçirtiyordu. Seyehatten bir gün önce hem kendim hem de arkadaşlarım için  online check in yapayım dedim. Kendiminkini yaptım. Arkadaşlarımın check in işlemini yapıyorum bir farkettim ki onlarda bağlantılı uçak çıkıyor ama benim biletimde bağlantılı uçak görünmüyor. Neden ola ki diye araştırınca anlaşıldı ki biletimi aldığımız sevgili Setur çalışanı ( hala kendisini sevgiyle anıyorum!!! ) seyehatimi bağlantılı düzenlememiş. "Sebep?" dedim. Dedi ki " Öyle 100 dolar daha pahalı oluyordu". Hey Allahım ya sen buna nasıl karar verirsin bırak ben karar vereyim Benden zaten o parayı uluslararası yolcu sayılmayacağım için Amerika iç hatlarda bavul parası olarak tahsil edecekler. Hadi bunu geçtim ya Los Angles ucağı rötar yaparsa öteki uçak beni bekler mi ya da   Los Angles ucağı rotarsız inse bile aradaki yarım saatte uçaktan inip pasaport kontrolundan geçip,  Amerikanın devasa havaalanında iç hatlara ışınlanıp, San Fransisco uçağını nasıl yakalayabilirim? Eee nolacak simdi ?Setur görevlisi" isterseniz biletinizi Los Anglestan San Franciscoya 19.30 da bir uçak daha var o uçağa değiştireyim"  dedi . "E neyse diğer arkadaşlarımda o uçakta en azından Istanbuldan giden uçak rotar yapsa bile onları beklemek zorunda" diye düşündüm ve kabul ettim  fakat bir şeyi göz ardı etmişim maalesef.

Neyse Los Angles'a kadar seyehat çok keyifliydi Kongre olduğu için İstanbuldan bir sürü arkadaşımız vardı. Yol boyu  birbirimizi koltuklarda ziyaret ederek, koltuk aralarında ayakta, şamata gırgır, güzel bır seyahat geçirdik. Hatta öyleki "biraz sussanız da uyusak" diyerek bir yolcu tarafından uyarıldık bile ki haklıydı. Buradan da kendisine kocaman bir özür.

Keyifli bir yolculuktan sonra uçağımız Los Angles havaalanına indi. Aynı anda başka bir kaç uçak daha indi ve tabi sonsuz bir pasaport kuyruğu oluştu. Ben hala "iyi ki uçağı değiştirmişim" diyorum, hala mutlu anlarım!!!  Bavulları da aldık. Arkadaşlarım hemen diğer uçak için bavullarını verdiler ve fakat sıra benim bavula gelince "Bavulunuzda Sanfrancisco etiketi olmadığı için iç hatlarda gidip, bavulunuzu oradan check in yaptırıp, vereceksiniz" dediler. Dedim ya devasa hava alanı, bir yerden bir yere gitmek en iyimser tahminle 10 dakika.  Ben hala mutluyum, elimde koca bavul yetmemiş gibi bir de kabin boyu diğer bavulum arkadaşlarımın da yardımıyla iç hatlara gectik. İç hatlardaki United Airlines bankosundaki kiosklardan self check in yapamayınca görevliden yardım istedim veee acı gerçekle yüzyüze geldim." Maalesef bavul check in kapandı geçemezsiniz" dediler E tabi saat 19.00 olmuş bavul chek in mi kalır o saate? Neyse yine de gideceğimden o kadar eminim ki elimdeki kücük çantamı arkadaşıma verdim. "Siz gidin ben gelirim nasılsa" dedim. Herzaman kafamda B planlarım olur fakat bu sefer yok bir B planım falan. Check in bankosundaki görevliye yalvarıyorum ama umutsuzca. O sırada bankoya genç bir check in görevlisi geldi, diğer arkadaşına "ben hallederim" dedi. Veee bilgilerime bakar bakmaz "aaaa Türkmüsünüz? Benim eski kız arkadaşım da Türktü. Türkleri çok severim , üzülmeyin size yardım edeceğim, sizi bir sonraki uçağa alacağım" dedi.  Bir sonraki uçak 20.30'da ve yer yok. 22.30 daki uçakta yer buldu. Merak etmeyin "bavul ücreti de almayacağım" dedi ( Zaten ödemeyecektim. Çünkü Elit kartım olduğu için Amerika da Star Allianz üyesi havayollarında iç hatlarda bir bavula ücret ödemiyorsunuz. Ama söylemedim  artık o kadar yardım etti bozmayayım, O da yardımcı olmanın mutluluğunu yaşasın diye) Neyse tabii "I appreciated ile başlayarak, bildiğim tüm minnet ve nezaket cümlelerini sıraladım adama. O da jest olarak Türkçe "güle güle, iyi yolculuklar" dedi.  Bu arada kapıyı kontrol edeyim derken bir de ne göreyim uçakta rötar var veeee sonunda  saat 22.30 da kalkacak uçak gece saat 01.00 de kalktı. 02.00 civarı San Franciscoya indi ve bu sefer de bavulum gelmedi. Allahım bir gece için bu benim kaldırabileceğimden bile çok fazla diye içimden geçirerek, bu arada yaşadığım tüm aksiliklerin acısını bu olay vasıtası ile çıkaracağım diye sevinerek  ve kavga etmeye hazır olarak bir hışım kayıp bürosuna gittim. Ama kelimeler neyseki dökülemeden boğazımda kaldı. Meğer bavulum benim yer bulamadığım uçak ile gelmiş ve görevliler emanet kısmına almışlar. Neyse bavulumu alıp, bir taksiye binip otele geldiğimde saat sabahın 03.30' u gösteriyordu. İstanbul San Fransisco arasındaki saat farkı 10 saat ve ben artık uykusuzluktan bayıulmak üzereydim. Kelimenin tam anlamı ile sızmışım.

Böylece San Fransisco macerama hızlı bir başlangıç yapmış oldum.....

Veeee Gezip Gördüklerimi de "Bir Gezgin'in Anıları" isimli Bloğumdan takip edin. :)







29 Temmuz 2014 Salı

NOSTALJİ


Siyah beyaz çocukluk fotoğraflarımız var bizim kuşağın bir kaç aylıkken çekilmiş.

Erkek çocuklar misket oynardı,biz kızlar lastik.Bildiğiniz çamaşır lastiğini bağlardık uç uca ve satlerce lastik atlama oynardık. Birler, ikiler, üçler neyseydi de 4 ve 5' ler öyle her babayiğidin harcı değildi. Seksek de oynardık ama lastik kadar revaçta olmazdı hiç.

Gazoz kapağı biriktirirdik, topaçlarımız vardi...Okul çıkışı okulun hemen yanındaki küçücük tıklım tıkış kırtasiyeci dükkanından alırdık tüm okul malzemelerimizi. Yoktu öyle defter kalem markası. Kokulu silgiydi en büyük lüksümüz. Okul kapılarının önlerinde macun, kuşlokumu, çiftekavrulmuş satılırdı...Annelerimizin söylediği sarı kuruşların zamanına yetişemedik ama beyaz renkli 25 kuruşlarla neler neler alırdık.

Öğretmenlerimiz kızdığında yada elimize cetvelle vurduğunda annelerimiz hemen okula gelip öğretmeni şikayet etmezdi. Hatta haberleri bile olmazdı. Öğretmen şikayet edilmezdi ki. Evde biraz fazla konuştuk mu  " büyükler konuşurken çocuklar karışmaz " diye kestirip atarlardı. Su küçüğün, söz büyüğün idi. Öyle ikide bir psikolojimiz de bozulmazdı...

Meyve ve sebze mevsiminde alınırdı. Muz gibi pahalı meyveler akşam baba eve gelince hep birlikte yenilirdi. Kışın kestane soba'nın üzerinde pişirilirdi. Kış gecelerinde bozacı geçerdi sokaktan "Bozaaaaaaaaa" diye bölerdi sesi geceyi. Sonra mahallemizin bekçi amcası geçerdi düdüğünü öttürerek. Kendimizi güvende hissederdik. 

Çeşit çeşit kıyafetlerimiz yoktu pek. Karşı dairedeki komşu abi yurtdışına gidince ısmarlanırdı Levi's kot. Ya da çok çoğu Wrangler marka kot giyerdik. Yazın akşam üstleri yazlıkta bahçe duvarı'nın üzerinde otururduk komşu çocukları. Konuşurduk öyle havadan sudan...Yada en fazla karşı bahçelerden bakışırdık. Arkadaşımızın abisi bizim de abimizdi, kendi abimizden çekindiğimiz kadar çekinirdik ondan da. Biz kızlara konuşma teklif edilirdi. Ilk buluşmalarımız, ilk heyecanlarımız en fazla bir el ele tutuşma ile biterdi... En yakın arkadaşımıza anlatırdık saatlerce...Cumartesi öğleden sonraları bildiğimiz tek disco Hydromel'e gidilirdi okuldan arkadaşlarla. Hava kararmadan eve dönme şartımız vardi biz kızların. Kendi kız kardeşlerinden bildiklerinden, bizden çok erkek arkadaşlarımız  dikkat ederlerdi saate.

Anket defterlerimiz vardı hepimizin. "Issız adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey nedir'' sorusu ile başlayan, soru aralarında dergiden kesip yapıştırdığımız resimler olan anket defterlerimiz....Kilitli hatıra defterlerimiz de vardi. "Kara kara kazanlar kara yazı yazanlar'' diye başlayan tekerlemeler yazardık ya da ''en sevdiğim arkadasıma'' diye başlayan cümleler kurardık birbirimizin hatıra defterlerine. Çikolataların yaldızlı kağıtlarını elimizle düzeltir defter aralarında saklardık niye sakladığımızı bilmeden. Sevgilinin verdiği çiçek kitap sayfaları arasında kurutulurdu, arada açar bakardık, hatırlattığı güzel şeylere gülümserdik kendi kendimize. Beğendiğimiz şarkılardan listeler yapardık. Sonra kaset doldurturduk. Walkmenimiz ayrılmaz parçamızdı bizim. 

Üniversitede bir en fazla iki arkadaşımızın arabası vardı. Anadol yada Wolksvagen olurdu markası. Doluşurduk içine ders kırardık..En çok sinemaya giderdik yada Emirgan'a ....

Erkek arkadaşımızdan öyle pahalı hediye beklentilerimiz yoktu. Sevgililer günü, babalar günü gibi ısmarlama gün dayatmaları yoktu henüz. Kırdan toplanmış bir demet papatya bize herşeyden kıymetli gelirdi. Şarkilardan fal tutardık, papatya yapraklarından medet umardık seviyor sevmiyor diye...Seviyor çıkarsa inanırdık da sevmiyor çıkarsa başka bir papatyanın yapraklarına da sorardık   seviyor çıkana kadar ...

Biz 70-80 lerin kusagıyız...Doya doya yaşadık çocukluğumuzu, lise yıllarımız sağ sol kavgaları ile gölgelendi ama mutlu olmayı bildik işte bir şekilde...


31 Mayıs 2014 Cumartesi

BİR ÖNERİ.....BİR ALBÜM.....İÇİNDE 2 CD. ARYALAR VE ÖYLESİNE BİR HİKAYE

Herkes gibi bende müzik dinlemeye bayılırım. O anki  ruh halime bağlı olarak  müziğin her türünü dinleyebilirim. Bir Arabesk dinlemezdim. Tarkan, Orhan Gencebay'ın unutulmaz şarkısı "Hatasiz Kul Olmaz"ı söyleyeli beri Arabesk de dinler oldum. Dedim ya ruh halim hangi türe uygunsa onu dinlerim.

Ama bu aralar yeni keşfettiğim ve vazgeçemediğim bir albüm var.  

"Arta Kalan Zamanda II-Tek Kisilik Tarikat-HİCRET "...

Ertuörul Özkök ün  30 yıldır dinlediği aryaları topladığı albüm 2 CD den oluşuyor. İlk CD de 12 eser var.2.CD de ise Özkök'ün yazdığı metinleri Selçuk Yöntem seslendirmis ki dinleyeni bambaşka bir dünyaya götürüyor. Bu aralar o kadar cok dinliyorum ki....Biraz melankoliye sürüklüyor insanı ama öyle bir alıp götürüyor ki başka başka zamanlara.....

Aslinda ben bu CD serisinin ilkini arıyorum." Arta Kalan Zamanda " Dinlemiştim bir zamanlar. O zaman bu zaman hala o CD yi arıyorum ve bulamıyorum. Acaba diyorum Ertuğrul Özkök"e mail mi yollasam yeniden piyasaya çıkarın ya da ne bileyim sizde varsa bana yollayın diye...

Şöyle bir sahne canlandırın gözünüzde...Bir kadın 40 li yaşlarında, bir erkek 50 sine henüz basmış...Cok zarif , cok entellektüel, karizmatik....Kadını evinde ağırlamaktan onur duyduğunu söylüyor. Günlerden cumartesi .Kadın elinde uzun zamandır aradığı Leonard Cohen'in Londra konseri CD si...Erkek kadını kapıda karşılıyor. Yanaklarından öperken her zaman ki gibi içine çekiyor kokusunu..."Evime hoşgeldin" diyor...Salonda kadının çok sevdiği kokulu mumlar yanıyor. Erkek CD yi evin bir köşesinde duran CD çalara koyuyor. Salonun her tarafinda birden Leonard Cohen'in " Dance me to the end of love" şarkısı çınlamaya başlıyor...Erkek " harika bir viskim var yemekten önce bir kadeh denemelisin " diyor. O mutfakta içkileri hazırlarken kadın salondaki deri kanepeye oturuyor ve içinden " zaman dursa ve bu huzur hiç bitmese" diye düşünüyor. Gözlerini kapatıyor. O anda o salonda gerceği hatırlatan tek şey kedinin mırıltıları. Kıskanıyor sahibini kadından her dişi gibi. Sonra ki cumartesilerde Leonard Cohen bir rituel haline geliyor. Kadın kapıyı çaldığında odada çınlamaya başlıyor. Erkek nasıl ayarlıyorsa zamanı...Kadın kapıdan içeri girerken hep aynı sarkı çalıyor. "Dans et benimle aşkın sonuna kadar"....Bir rituelleri daha var. "Erkek bak sana ne dinleteceğim dediği günden beri rituel haline gelmiş...Yemekten sonra ellerinde içkileri yanyana deri   kanepede oturuken odada "Arta kalan Zamanda" albüm'ünün aryaları çınlıyor. Kenan Işık'ın sesi eşlik ediyor onlara...Bazen kadının gözleri nemleniyor. Erkek "Aaa ağla diye dinletmiyorum sana üzme beni " diyor.. Sonra uzun uzun gözlerinin içine bakıyor kadının. "Güzellik"" diyor "ne güzel gözlerin var senin. Kaşların ne kadar uzun". Sonra sabahlara kadar herşeyden konuşuyorlar...Kadın erkeğin omuzunda odada çınlayan o hüzünlü melodramik ses. Sonra erkek castratoların  hüzünlü hikayesini anlatıyor kadına...Hüzünlü kırık bir öykü. 15.-16. yüzyılda eski roman katolik  klisesindeki bir uygulamaya göre  fakir erkek çocuklar toplanıyorlar ve iyi bir müzik eğitimi verildikten sonra ergenlik çağına geldiklerinde sesleri biyolijik değişime uğramasın diye hadım ( castrato İtalyanca hadım edilmiş anlamına geliyor) ediliyor. Sesleri ince olsun diye hadım edilmiş genç erkek cocukların öyküsü .İçi titriyor insanın...

Güzel ama hüzünlü bir hikaye bu ve öylesine kalemimden dökülüverdi işte bir CD den yola çıkarak. Hep öyle değil mi zaten? Hayat dediğimiz bu macera yolculukta hep bir şeylerden yola çıkıp, farklı yerlere varmıyormuyuz ya da dokunmuyormuyuz bir şekilde birbirimizin hayatına domino etkisiyle.

Özetle ben hala arıyorum  "Arta Kalan Zamanda " CD'sini. 

Bulan haber versin lütfen..



18 Mayıs 2014 Pazar

BUGÜN GÜNLERDEN PAZARDI....

Küçükken pazarları hiç sevmezdim. Zira pazar demek annem ile babamın dinleneceği, bizimde her zamanki oyunlarımızla vakit geçireceğimiz bir gün demekti. E tabi o zamanlar dinlenmek gibi bir derdimiz yoktu zira her daim dinlengindik çocuk olarak. Babam futbol maçı seyretmeyi severdi. Bu da televizyonunda akşama kadar bloke olması demekti. Yoktu öyle eskiden her odada bir televizyon.

Okul yıllarında pazar demek ders çalışmak demekti. Sürekli yapılması gerekli ödevler, hazırlanması gereken eşyalar...Yine sevmezdim pazarları....

Üniversite de durum değişikti tabi...Pazarların adı arkadaşlarla sinemaya, tiyatroya, konsere gitmek oldu. Galiba çok da kötü değildi artık pazar günleri...Eğlenceli oluyordu.

Çalışma hayatı geldi çattı. O zaman pazarlar iple çekilir oldu. Ama bir o kadar da işle doldu. Alışveriş yapılacak, aileler ziyaret edilecek, dinlenilecek...Olsun ben sevmeye devam ediyordum artık pazar günlerini.

Şimdilerde kararsızım. Bazen çok iyi geliyor pazar günleri. Bazense geçmek bilmiyor. 


Bugün mü ?...Bugün geçmek bilmeyen pazarlardandı. Ek olarak bir de Soma da kömür madeninde can veren 301 kişinin acısı eklendi.  Neyse az kaldı. Gün akşama dönmek üzere...Yarın yeni bir gün. Yeni umutlarıyla gelecek....

40'LI YAŞ KADINLARI' NA .... BU KİTABI OKUYUN VE ÇEVRENİZDEKİLERE DE OKUTUN


Dün günlerden öylesine bir cumartesiydi. Şu dünyada hafta sonu evde oturmak mi iyi yoksa gezmek eğlenmek mi karar veremedim. Bir kaç hafta üst üste hafta sonu sokaklarda olsam, gecelere aksam hafta sonu evde olmanın hayallerini kuruyorum. Evde olduğumda da "süper  yaşasın evdeyim" çığlıkları atıyorum ama bazen de evde olmak bana iyi gelmiyor. Neyse işte tam çözemedim bu durumu...

Dedim ya dün öylesine evde bir cumartesiydi. Canım dışarı çıkmak istemedi ama evde olmak da istemiyordu. E evde iş yok, güç yok. Bir süre ne yapsam modunda gezindim. Sabah her hafta sonu olduğu gibi Hürriyeti baştan sona okudum. Sonra aklıma geldi, geçenlerde tesadüfen farkedip aldığım, ama itiraf edeyim ki başından 3-5 sayfa okuyup bir türlü içine giremediğim kitabı yani Ertuğrul Özkök'ün " Kırk7 " kitabını elime aldım. Eskiden beri bir huyum vardır ki eğer bir kitabı bitiremezsem başka kitaba başlayamam. Hoş gerçi bu seferlik  bu kuralımı ihlal ettim çünkü uzun bir sure önce basladığım  Ece Temelkuran'ın "Düğümlere Üfleyen Kadınlar" kitabını daha bitirememişken araya başka bir kitap aldım . Ne yapayım kitabın adı çok ilgimi çekti.   40' lı yaş kadınını anlatıyor kitap.  Dedim ya ilk 3-5 sayfa pek sarmadı beni. Bu hafta can sıkıntısından elime aldım veee bitirinceye kadar bırakamadım.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

BİR AVUÇ KÖMÜR KARŞILIĞI BİR ÖMÜR.....

Gerçek şu ki hepimiz hayatı yaşadığımız çevreden ibaret sanıyoruz. Hiç itiraz etmeyin dostlar, ömrümüzün büyük bir kısmını böyle geçiriyoruz. Herkes kendi yaşamını en zor zannediyor, herkes kendi işinde en çok çalıştığını düşünüyor. Herkes kendi derdinin en büyük olduğunu düşünüyor, herkes kendi kazandığı paranın en çok kendi hakkı olduğunu düşünüyor. Hepimiz kendimizden memnun olmuyoruz, çevremizden memnun olmuyoruz, arkadaşlarımızı eleştiriyoruz, ailelerimizi eleştiriyoruz, sürekli yorum yapıyoruz, 2 kadeh içip memleket kurtarıyoruz ve hayatımız bu minvalde gidiyor...

Sonra bir gün bir maden kazası oluyor. İçimize bir ateş düşüyor. Görüyoruz ve farkediyoruz ki hayat öyle bizim bildiğimiz gibi değil. Bizim dert sandıklarımız dert değil, bizim zor zannettiklerimiz zor değil. Farkediyoruz ki hayatını çocuklarının geçimini sağlamak için yerin yedi kat altında çalışarak geçinen yine de yakınmayan, mutlak bir ölümün eşiğinden döndüğünde yatırıldığı sedye kirlenmesin diye çizmelerini çıkarmak isteyen, elleri yüzleri kömür karası ama vicdanları temiz, zarif insanlar var. Son nefesini  belki de bir gün önce tartıştığı oğlundan helallik dileyen notu  yazmak için harcamış bir baba var. Geride bıraktıkları evlatları, eşleri, nişanlıları, anneleri, babaları var. Eşlerini, ağabeylerini, babalarını kaybetmiş anneler, evlatlar var. 

Bugün Somada 5 gün önce başlayan bir dram yaşanıyor. Yüreklerimiz ekmek parası için can veren 301 kişinin acısı ile yanıyor. Alınması gereken güvenlik önlemlerinin alınmadığı, eksik ucuz malzeme kullanıldığı gerçeği ise duyduğumuz acıyı bir kat daha arttırıyor, güzel Ülkemizde maalesef insan hayatının paradan ve çıkarlardan daha önemli olmadığı gerçeği bir kez daha yüzümüze çarpılıyor.......

Çocuklarının geçimini sağlayabilmek için en zor şartlarda çalışırken hayatlarını kaybeden 301 madencimizin ruhu şad olsun. Allah geride bıraktıklarına sabır ve dayanma gücü versin. Hiç umudum olmamasına rağmen diliyorum ki sorumlular en ağır şekilde cezalandırılır ve geride kalanların acısı bir nebze olsun hafifler. 






11 Mayıs 2014 Pazar

MINNESOTA


Sanki gezi anilari yazisi gelecek gibi bu başlığın arkasından ama yanılıyorsunuz. Minnesota Koşuyolunda 3.5 ay önce açılan bir Fransız restaurantı. Aslında 8 yıl önce İş Kullerinde açılmış bu restaurant.  Benim yeni haberim oldu maalesef.

Bugün sabah  "oh yaşasın bugün evdeyim öyle aylak aylak oturacağım ve gazete, kitap okuyacağım" diyerek güne başladım. Kahvaltımı ettim ve gazetemin ilk sayfasını okuyordum ki telefonum çaldı. Aysun'un telefonda " Anneler günün kutlu olsun" dilekleri ile başlayan, neşeli sesi çınladı kulaklarımda. Kızı ile kahvaltı ediyorlarmış, aslında Ceviz Ağacına gideceklermiş, fakat yer olmadığı için Minnesotaya gelmişler ben de kendilerine katılırmıydım? Aysun Pera Palası panoromik gören, entel, dantel ve tarihi evine taşındığından beri eskisi gibi görüşemediğimizden yakınan ve Aysun'un başının etini yiyen biri olarak buna itiraz hakkım yoktu. "Tamam" dedim. Bu arada içimden  "hey Allahım bilindik bir yere gitseymişler ya nasıl bir yer ise burası" diye düşündüm.

Minnessota Koşuyolunda o meşhur Ceviz Ağacı cafeden biraz ileride bir Fransız Restaurantı. Öncelikle çok sevimli hoş bir yer. Sahibi Alev Hanım Cordon Bleu' dan diploma almış yani işi bilerek yapanlardan, bu işin mutfağını bilenlerden. Şahsen yemek yapmak ile başı hiç hoş olmayan bana göre  taaa Fransa da bu işin  okulunu okuyan biri koca bir alkışı hakediyor  demektir. Koşuyolu Minnesota açılalı  3.5 ay olmuş. Dekorasyonu sevimli ve şık. Hem açık hem kapalı yeri var. Açık kısmında duvarda çieklerle çok hoş ve sevimli bir ambians oluşturulmuş. Masalarda kırmızı beyaz kareli runner lar, yeşil peçeteler, herşey uyum içinde. Çalışanlar nazik, güleryüzlü, hafta sonu çok kalabalık  olmasına rağmen herşeye yetişmeye çalışıyorlar.  Kahvaltı tabağı oldukça zengin. İçi bölmeli bir tabak içinde beyaz peynir, kaşar peyniri ,bal, kaymak, yumurta, domates, salatalık, salam, şokella, fıstık ezmesi, kayısı marmealatı, kabak reçeli,ayrı bir tabakta zeytin, acuka, tahin, pekmez, lor peyniri. Bu bir kişilik kahvaltı tabağı ama kesinlikle bir kişi için çok fazla. Aklınızda olsun 2 kişi için bir tabak isteyin. Ve o muhteşem ekmekler....  Sarımsaklı sıcak ekmek mutlaka denenmesi gereken bir ürün. Normal ekmekleri de sanki poğaça gibi ve sımsıcak geliyor. İnsanın içini de kalbini de ısıtıyor öyle güzel yani. Ben kahvaltı ettiiğim için sadece olayın çay kısmına eşlik edebildim. Bu arada masa da bir de egg benedict vardı. Tost ekmeği üzerine jambon en üstte de yumurta. Tadı güzelmiş gürüntüsü de çok hoştu. Ve tüm bunların fiyatı da 52 TL idi. Haa birde 3 kahve ekleyin. Bence gayet uygun bir fiyat olmuş.

Bu arada az daha unutuyordum. Minnesota ismi nerden gelmiş dersiniz?  Öyle ya Fransız restaurantının adı neden Amerikan olsun. Alev Hanım "porsiyonlarımız Amerikan porsiyonu gibi, Amerikayı çağrıştırıyor, o nedenle bu ismi tercih ettik" diye açıkladı.

Hafta sonu şehirden uzaklaşamadığınızda ama canınız da şöyle çiçekler içinde, açık havada kahvaltı istediğinde Minnesotayı mutlaka deneyin derim. Öğle ve akşam yemek seçenekleri de güzel görünüyordu ama denemediğim için yazamadım.Bir daha ki sefere artık....

Gitmeden önce incelemek isterseniz:  www.minnesota.com.tr  adresini tıklayın.

Eklemeden geçemeyeceğim; Bence web sitesinde örnek menüler olsa fena olmazdı, şahsen gözlerim bir menü aradı.  Bu da benden küçük bir eleştiri olsun....

Her gününüz pazar tadında hoş, güzel ve kolay geçsin.....

MİNNESOTA 




10 Mayıs 2014 Cumartesi

HEM ŞEHRE YAKIN HEM DOĞA İÇİNDE- GARDEN FİESTA....

Oldum olası sevmem piknikleri.  Dilara "kesin çocukluğunda bununla ilgili bir travman var" diyor Piknikle ilgili bir travmam var mı  hatırlamıyorum.  Benim çocukluğumun geçtiği yıllarda hafta sonları ailece pikniğe gidilirdi. Biz de bu bana göre son derece gereksiz olan aktiviteden geri kalmazdık. O zamanlar da sevmezdim zorla giderdim. Ne bileyim işte bana gereksiz geliyordu  öyle çanta sepet piknik durumları. Yok yok babam öyle eski Türk filmlerinde ki gibi çizgili pijama falan giymezdi piknikte. Öyle tencere leğende gitmezdik  ama evde balkonda da pekala yenilebilecek bir yemeği ağaçların altında börtü böcek ile birlikte yeme fikri pek hoş gelmezdi bana ama beni dinleyen kim. Gidilecek denilir giderdik.  Sanırım bu konunun zorunluluk halinde olması istemediğim bir şeyi zorla yapmaktan nefret eden biri olarak pikniğin travma olması için yeter bir durumdu. Neyseki  sonraları kendin pişir kendin ye olayı çıktı eh piknik biraz daha çekilir hale geldi ama ben sevmemeye devam ettim. O nedenle de hayatımdan bu piknik fikrini çıkardım. Taaa ki üniversiteden sevgili arkadaşım Füsun' un aklına gelene kadar.  Kilyos yolunda Garden Fiesta diye bir yer belirlediler bana uymayan tarihi uyar hale getirdiler ve ben de zorunlu olarak katıldım piknik etkinliğine. Giderken de içimden of ya nerden çıktı bu piknik diye söylenip durdum. Veeee gidince  bir de ne göreyim muhteşem bir yer seçmiş arkadaşlar...

Veee Garden Fiesta....

Garden Fiesta 6000 metre kare  alan üzerine kurulmuş bir tesis 3000 kişilik piknik alanı 5000 kişilik kokteyl alanı varmış. Yemyeşil göz alabildiğine uzanan bir alan üzerine kurulmuş. Ahşap, şık bahçe masları üzerinde örtüler. Yani tam benim istediğim gibi şık kaliteli bir yer, piknikle alakası yok aslında açık hava restaurantı. Yeşil çimenler üzerinde hamaklar var, ortalıkta koşuşturan çocuklar. Bir aile çocuğuna doğum günü yapıyordu o nedenle etrafta çocuk sayısı fazlacaydı fakat alan o kadar büyük ki kimse kimseyi rahatsız etmiyor. 

İsterseniz etleri pişirip getiriyorlarö isterseniz mangalı getiriyorlar kendiniz pişiriyorsunuzç Biz birazda benim mızmızlığım yüzünden aman şimdi et kokuısu üzerimize siner sızlanmalarım yüzünden eti pişmiş olarak aldıkç Bana göre çok süper oldu.

Garden Fiestaya ulaşmak için Maslak-Sarıyer yönünde ilerlerken Bahçeköy Kilyos yönüne sapıyorsunuz. Bahçeköyü geçtikten sonra Zekeriyaköy yönünde 1.5 km ilerliyorsunuz. Zekeriyaköye sapmadan devam ediyorsunuz veeeee sağ tarafta GARDEN FİESTA ....

Biz gidergitmez çok aç olduğumuz için önce simit peynir ve çay ile kahvaltı ettik. Öğle yemeği için klasik mezeler yanında mangalda yaptırdığımız  köfte ve pirzola yanında bir büyük rakı,  içki içmeyen arkadaşlar için kola, meyve suyu sonra meyve, çay, kahve yanında taaa üniversiteden arkadaşlarımla bol kahkahalıö bol fıkralı koskoca bir öğleden sonraç Ayrıca fiyatlar bana göre çok uygundu. Bu kadar şey için 10 kişi, kişi başı 85 TL ödedik ki bence değer.....

Hafta sonu hem şehre yakın hem doğa içinde olalım diyorsanız Garden Fiestaya gidin derim .....






12 Nisan 2014 Cumartesi

BİR KİTAP ÖNERİSİ; YALNIZ SENİ ARIYORUM-NAHİT HANIM'A MEKTUPLAR

Geçen gün D&R’ da kitaplara bakarken bir kitap dikkatimi çekti. “Yalnız Seni Arıyorum-Nahit Hanım’a Mektuplar” Yapi Kredi Yayınları (YKY) tarafından yayınlanmış.

Orhan Veli’nin en büyük aşkı Nahit Hanıma yazdığı mektupları Murat Yalçın derlemiş.

Orhan Veli’ nin şiirlerinin sıkı bir okuyucusu olarak kitabın ilgimi çekmemesi imkansızdı. Aldım tabii. Fakat vakitsizlikten bir türlü okuyamamıştım. Bugün bir çırpıda okudum ve paylaşmak istedim.

Kimdir Nahit Hanım? Samet Ağaoğlu’nun  anılarında “Rönesans gibi kadın” diye tanımladığı, Cemal Süreyya’nın  “bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın ya da Cumhuriyet gibi kadın da  diyebiliriz” satırlarıyla ifade ettiği tam bir Cumhuriyet kadınıdır  Nahit Hanım.

Orhan Veli’nin;

“Bir de sevgilim vardır, pek muteber,
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun” dizelerindeki unutulamayan, derin bir aşkla bağli olunan sevgilidir Nahit Hanım.

Kitabın editörü Murat Yalçın; Nahit Hanım için “Orhan Veli’nin 36 yıllık ömrünün en büyük sevdası denilebilir” diye yazmış.

Nahit Hanım 1909 yılında doğmuş. Ankara kız lisesinde ve İstanbuldaki liselerde öğretmenlik yapmış, edebiyatı öğrencilerine sevdirmiş, eğitimci Halil Vedat Fıratlı ve şair Arif Damar ile evlilikler yapmış, Orhan Veli’nin en büyük aşkı olarak tanınmış bir Cumhuriyet kadını.

Orhan Veli’nin kendisine yazdığı mektupları Orhan Veliden sonra yaşadığı 52 sene boyunca kimseyle paylaşmamış, bu mektupları yayınlaması için yapılan tüm teklifleri geri çevirmiş bir hanımefendi O.

Kitabı oluşturan mektupları okurken satırlarda Orhan Veli’nin yaşamındaki güçlükleri, parasızlığı, bu parasızlık içinde bile aşkında yaşam gücü bulmasını yüregimde ince bir sızı ile okudum.

Nahit Hanım’a yine aşkını, özlemini anlattığı bir mektubunda “O'nun yanına Ankaraya gitmek istediğini ama hem yol parasını tedarik edemediğini, hem de yol parası bulsa bile sırtında pardesüsü olmadığını, ayakkabılarının ise hala yazlık ayakkabı olduğunu” yazıyor ama bu kadar çaresiz bir parasızlıkta bile satır aralarına aşkını sığdırıyor, aşkından yaşam gücü buluyor.


Ne yazık ki edebiyatçı’nın ressam’ın değerini yaşarken bilmiyoruz. Bugün aşkı, sevgiyi anlatmak için şiirlerinden alıntı dizelere başvuruyoruz ama yaşarlarken umursamıyoruz bile.


Orhan Veli'ye zaten hayrandım, Nahit Hanıma da hayran oldum aşkına vefasına, aşkına saygısına. Yerinde başka biri olsa o mektuplardan ne romanlar yazdırır, ne paralar kazanırdı. O sandığına ve yüreğine gömmeyi tercih etmiş bu büyük aşkı. Işıklar içinde yatsın. Umarım gittikleri yerde beraberlerdir, kavuşmuşlardır.

 Ruhları şaad olsun

YOL ANILARIM - 2

Bitmez benim yol anılarım...

Yine bir gün Yılbaşı tatili için bir yerlere gideceğim. İşten çıktım, eve gidip eşyalarımı alacağım ve uçağa yetişeceğim. Bindiğim taksinin şöförü trafik tıkalı diye bir sürü bypass yol denedi, başaramadı ve trafiğin tam kalbine çıktı tekrar. Normal yolundan gitse çoktan gideceğim yere götürecekken iyice geç bıraktı beni. Elimden olmayarak söylendim tabii. Taksi şöförü arkasına döndü ve “ Oooo abla sen de hiç mutlu olmuyorsun ne bu stres ben iyilik olsun diye kestirmeden gideyim”  tarzında cümlelerle söylenmeye başladı. Sinirliyim ya ben de  “Ben size şöför Bey diyorum siz bana abla diyorsunuz hem nerden ablanız oluyorum ben sizin” dedim. Demez olaydım. Adam “sen zaten benim ablam olamazsın. Benim ablam gecenin bir saati sokakta yalnız olacak, yetmeyecek bir taksiye binecek yalnız başına, o da yetmeyecek taksi şöförü ile çene yarıştıracak öyle mi?  Vuruum ben o ablayı be vururum namus katili olurum” demez mi?. Korkmadım desem yalan olur ama içime de sindiremedim. “Bana hakaret ediyorsunuz ama diyebildim” sadece neyse ki inecegim yere kadar bir daha konuşmadık. Yoksa ablası olmadığıma bakmayıp beni de vuracaktı. Onun küçük dünyasında gece yalnız sokakta olan, taksiye binen bir erkekle konuşan bir kadın iyi yolda degildi. Bu olay olalı 12 seneden fazla oldu. Bugün ülkemin gittiği yere bakarsak yakında taksi şöförü gibi düşünenlerin egemen olduğu bir ülke haline geleceğiz.

Bir başka anım.....

Canım kankam ve sevgili arkadaşımız Füsunumuz ile Etiler Günaydına gidiyoruz. İçki içeriz dedik almadık arabayı. Takside ben ön koltukta Dilara ile Füsun arkada oturuyorlar. Benim canım bazı konularda sıkkın. Bir anlamda bu yemek birazda bana moral yemeği. Dilara ile Füsün zorla razi etmişler beni bu yemek için. Kendi aramızda konuşuyoruz havadan sudan. Ben üşüdüm keşke şal alsaydım dedim. Dilara da “orada vardır, verirler nasılsa” dedi. Bindiğimizden beri bizimle konuşma manevraları yapan şöför amca lafa karışarak “o şalların temizliğinden nasıl emin oluyorsunuz bir sürü kişiye aynı şalı veriyorlar” demez mi? Zaten burnumdan soluyorum aniden döndüm ve “aslında bu taksi koltuğuna oturmak gibi birşey” dedim Taksici bir an şaşırdı ve “ama o koltuklar yıkanıyor” diye cevap verdi. Uzatmadım artık kendi anlasın diye. Arkada Dilara ile Füsun koptular tabi. Neyse asık suratım düzelerek indim taksiden.


Seviyorum yurdum insanlarını……

YOL ANILARIM -1

Erenköyde oturup Nişantaşında çalışan biri olarak tahmin edersiniz ki hergün sabah akşam
1,5-2 saat araba kullanıyorum. Kıtalararası yolculuk yapıyorum yani. Şikayetçimiyim? Hayır. Severim araba kullanmayı ben. Evet trafik oluyor ama ben bu saatleri kendimi dinleme saatleri olarak ayırıyorum, trafikte sinirlenmek yerine günün muhasebesini yapıyorum. Bana iyi geliyor.  Araba bana hep bir özgürlük duygusu vermistir. Mecbur kalmadıkça da her yere araba ile gitmeyi tercih ederim. Ama bazen tabi ki taksiye de bindiğim oluyor. Mesela karlı havalarda araba kullanamam yada  gece içki içeceksem almam arabamı taksiyle giderim gideceğim yere. Öyle ya da böyle bir şekilde herkes gibi ben de hayatımın büyük bir kısmını yollarda geçiriyorum. Hal böyler olunca da ister istemez bir sürü yol hikayesi, yol anısı birikiyor.

Mesela;

Birgün ki o zaman arabam bile yoktu. İşe yeni başladığım günlerden bir gün Besiktaştan taksiye bindim. Çalıştığım hastanenin adını söyledim. Yola koyulduk. Sabah sabah şöförün konuşası tuttu ben de havamdaymışım cevap veriyorum sakin sakin. Taksi şöförünün “Hastanede mi çalışıyorsun abla?” sorununa abla kelimesine takılmayarak  “evet” diye cevap verdim. Taksi şöförü meraklı cikti devam ediyor, doktormusun?  Hemşiremisin? sorularına “hayır” diye cevap verince “e doktor değilsin hemşire değilsin ne iş yaparsın hastanede” şeklindeki kaçınılmaz soru geldi. Hey Allahım bizim de kaderimiz bu ne yaptığımızın bilinmemesi . Hastane sadece doktor ve hemşireden ibaret sanan canım yurdumun canim insanları seviyorum sizi ben. Oysa bir sürü isimsiz kahraman var siz o hastanelerde tedavi olurken yardımcı olan ama neylersin işte bizim meslegin kaderi de bu. Ben de o zaman   işe yeni başlamışım ya hoşuma gidiyor biri işimi sorsun da cevap vereyim diye bayılıyorum. Mesleğimin mühendislik kısmın es geçerek “Tıbbi Radyofizik Uzmanıyım” dedim. Şöför bey aynadan şöyle bir baktı ve “ iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş abla şu benim bagajda bir radyo var kimse tamir edemiyor sevabına bi baksan” demez mi?.  Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim, zaten ineceğim yere gelmiştim,  ben taksiden inerken hala “abla parası neyse verirdim” diye sesleniyordu adamcağız. O gün bu gündür biri mesleğimi sorduğunda “Tıbbi Radyasyon Fiziği Uzmanı” derim. Arkadaşlarla aklımıza geldikçe güleriz.

Bir başka anımda aklıma geldikçe beni hem utandırır hem de güldürür. Bir sabah yıldız yokuşundan arabamla ışıklara doğru iniyorum. Arkamdaki araba sürekli korna çalarak yol istedi hatta beni trafikte bayağı zor bir durumda bırakarak yanımdan geçti.  İleride ışıklarda yan yana geldik . İçimden “ne oldu acele ettinde sanki işte aynı yerdeyiz” diye düşündüm ve o sırada da gerizekalı diyerek kafamı çevirdim. Bir baktım korna çalıyor camı açın diye işaret ediyor. İçimden “ benden özür dileyecek biraz önce beni zor durumda bırakıp geçtiği için “ diye düşündüm (Hala insanlardan umudunu yitirmeyen bir romantiğim ben) Camı açtım adam “Hanımefendi biraz önce bana gerizekalı dediniz çok ayıp sizin gibi bir hanımefendiye hiç yakışmadı” demez mi?.  Öylece bakakalmışım. Belki de hayatımda verecek cevap bulamadığım ender zamanlardan biridir.  Size söylemedim dedim ama adam ”Bal gibi bana söylediniz yanınızda kimse yok ki” diye cevap verdi ve gaza bastı gitti. Ben ancak arkamdaki arabanın korna sesi ile kendime geldim ve yola devam ettim.


Usta blog yazarları  “çok okunmak istiyorsanız yazılarınızı uzun tutmayın” diyor. Bu nedenle diğer anılar bir başka yazının konusu olsun. Evet yol anılarım devam edecek ....

6 Nisan 2014 Pazar

RAKI

Nerden aklına esti bu rakı muhabbeti dermisiniz bilemem ama nedense aklıma geldi yazayım dedim. Nedense!

Rakıya ait ilk hatırladıklarım  rahmetli canım dedemin beni öptüğünde burnuma gelen anason kokusudur.

Dedem ( annem'in babası) her akşam kelimenin tam anlamıyla iki tek atardı. Masa toplanır ama dedem masanın en başındaki yerinde önünde beyaz peynir tabağı , bazen bir tabak leblebi mutlaka iki kadehi tamamlardı. Ama bir gün sarhoş olduğunu hatırlamam.

Rakı eskiden öyle ulu orta satılmazmış. Bakkal rakıyı mutlaka gazete kağıdına sarar verirmiş. Nedense ayıpmış öyle ulu orta rakı alıp eve götürmek. Hatta bununla ilgili bir anı anlatılır durur bizim ailede. Teyzemin eşi birgün rakı almış eve gelirken, bakkal adet olduğu üzere gazete kağıdına sarıp vermiş rakıyı. Eniştem de ceketinin içine saklamış yolda yürürken. Sonra eve gelmek için bindiği otobüste rakı gazete kağıdından kaymış ve ayaklarının dibine düşerek kırılmış. Tüm otobüsü bir anason kokusu kaplamış.O gün bu gündür eniştem bir daha ağzına içki koymamış. Benim çocukluğumda bu anı anlatılırdı hep.  Bir de dedemin gençliğinde arkadaşları ile rakıları içip içip Levent Yüksel’in şarkısında olduğu gibi “Muallayı sandala atıp ruhunda hicranını söyletme hikayesi” değil ama dönemin ünlü bayan ( adını yazmayayım ne olur ne olmaz ) sanatçısını getirtip  Münir Nurettin Selçuk’un ölümsüz bestesi “dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç”  şarkısını söyletme hikayesi efsane gibi anlatılırdı.

Annem içki içmezdi, babam da kırkta yılda bir evde veya dışarda arkadaşları ile içerdi. Onu da annem burnundan getirirdi nedense. Benim de rakı ile tüm ilişkim bu kadardı. Uzaktan pek fazla samimi  değildik kendisi ile. Hele hele bir genç kiz olarak rakının tadına bakmam benim tipik muhafazakar Türk ailemde amannnnn büyük suçtu, günahtı.

Sonra üniversite yılları geldi. Alkolle ilk tanışmam rakı ile olmadı. İşte diskoda orada burada bira denemeleri, şarap tadımları. Öyle kayda değer değil tabi. Arada sırada bazı bazı... Ülke genelinde etkinliğini yitirmeye başlamış olsa da bizim gibi muhafazakar Türk tipi ailelerde hala revaçta olan genç kızların içkilerine ilaç konulabileceği seklindeki komplo teorilerinin annelerimiz tarafından kulaklarımıza üflendiği, bunu tek konu olarak işlem Türk filmlerinin de henüz TV lerde gösterildiği yılların sonları...

Hayat bu şekilde akip giderken bir gün bir arkadaş toplantısında arkadaşlarımdan biri " denesene çok seveceksin" dedi… Denedim ve sevdim. Ama koşullu bir sevgi bu rakı sevgisi bende...

Bir kere dostlar olacak yanımda. Öyle sevmem yalnız tek başıma aklıma da gelmez durup dururken "hadi bir rakı içeyim" demek. Aslında hangi içki olursa olsun  içkiyi ben arkadaşlarımla  dostlarımla güzel bir sohbet eşliğinde severim. Öyle evde otururken hiç aklıma gelmez . Nasıl diyorlar galiba  " sosyal içiciyim"

Bir kac arkadasim var rakı seven. Bazen rakı balık yaparız. Boğazda gün batımına karsi. Mesela Arnavutköy Balıkçısı, Ali Baba bazen, bazen de Nevizade... O günkü modumuza, ruh halimize bağlı olarak mekan değişir ama rakı balık dostları hep aynıdır...

Yeşil Efe favorimdir. Rakının masada açılanını, bol buzlusunu severim. Ama galiba en çok rakıya eşlik eden dost muhabbetini seviyorum...




Yeni rakı alınmasın. Eskiden Yeşil Efe mi vardı? 




SONUNDA PİN KODUMU ÖĞRENDİM....




Daha önce de bir yazımda belirtmiştim. Ortam yoktur benim. Ya 1.5 ay yazmam ya da arka arkaya yazı yazarım. Blog yazmakta istikrar şart ama eh söyledim ya daha önce acemiyim ben..Öğreneceğim arkadaşlar öğreneceğim, öğreniyorum da ama yavaş yavaş :)

Ha bu arada yukarıda ki sözlerden de belki anlayacaksınız bir kendimle barışma söz konusu. Yani yanlış anlaşılmasın temel olarak kendimle kavgalı falan değilim de bazen bazı davranışlarımı sevmem ve bu canımı sıkar. O nedenle kendimle  barışma söz konusu dedim. Yanlış anlaşılmasın aman diyeyim...

Bundan uzun bir süre önce  bir hafta sonu Hürriyette Ayşe Arman'in "Yoksa siz hala PİN kodunuzu bilmiyor musunuz?" başlıklı yazisini okudum. Çok ilgimi çekti. Kişinin doğum tarihinden giderek matematik formüllerle kişilik analizi. E herseyin temelinin matematik ve fizik olduğunu savunan Ben için bu tanım yeterli bir tanımdı

Nedir PİN Kodu? :  PİN Kodunu ilk bulan kisi Güney Afrika kökenli bir fizikçi. İsmi Douglas Forbes. Varoluş ile ilgili sorulara cevap ararken doğada bir döngü olduğunu  herşeyin rakamlar etrafında döndüğünü, her rakamın da özellikleri olduğunu farketmiş. Türkiye de bu eğitimi almış 5 kisi varmış. İlgimi çekti doğrusu. İnternet'ten araştırdım biraz. Douglas Forbes Türkiyeye de gelmiş. Hatta Saba Tümer'in programına konuk olmuş. Youtube dan bulup o programları da izledim. Yine Ayşe Arman yazısında " Yılmaz Erdogan'in "Kelebeğin Rüyası" filminde Mert Fırat ile Kıvanç Tatlitug'un uyumluluğunu bu PİN kodu analizi ile test ettiği haberini okudum." diyor ve ekliyor " inanırmısınız hic yadırgamadım". Şahsen ben de hiç yadırgamadım. Dedim ya bende herseyin temelinin matematik ve fizik olduğunu savunurum.  

Neyse İnternetten aradım ve  mail adreslerini buldum. Ayşe Arman'ın yazısında bahsettiği Sibel Arda Hanım Ankaradaymış.  Istanbulda ise Aslıhan Soyuer PİN kodu ile ilgileniyor ve analiz yapıyor. Ancak bir hafta sonraya randevu verdiler ve gittim.

Bir iş hanında ofisleri.. Aslıhan Hanım çok tatlı, sevimli pozitif biri. İsterseniz CD ye kaydedip veriyorlar ya da siz not tutabiliyorsunuz. Hangi akla hizmetse not tutayım dedim. Aklınızda olsun giderseniz CD ye kayıt isteyin zira hem dinlemek hem not tutmak zor oluyor hele bir de benim gibi yazınız felaket ise sonra onu çözmek daha da bir zor oluyor. Doğum tarihimi verdim veeeee..

İnanılmaz bir analiz. Beni bana olduğu gibi anlattı. Yaklaşık 1-1.5 saat sürdü. Evet doğum tarihimden bir takim toplamalar çıkarmalar yaparak bir analiz yaptı Aslıhan Hanim. Bana neler söylediğini burada aynen yazamam ama bazı örnekler verebilirim.

Daha önce soyledim mi bilmiyorum ben maymun iştahli biriyimdir ve bu huyuma gıcık olurum kendim bile . Bir seye başlarim dört elle sarılırım ama sonra birden merakım gider bir daha yüzüne bakmam uğrastığım işin. Meğerse bunun nedeni bilinçaltimda herşeyi bir matematik problemi olarak düşünüyor ve kafamda ( tabi yine bilinçaltimda farkında olmayarak) cözüyormuşum ve çözünce de ilgim kayboluyormuş. Doğum tarihimden bir takim hesaplamalar yaparken bana "fen ya da matematik bilimleri ile ilgili bir isiniz mi var?"  diye sordu. Benim pin koduma sahip insanlar fen ve matematik bilimleri ile ilgili alanları meslek olarak seçerlermis. (Doğru mühendisim ya ben) Çok fazla zekiymisim ve  bilinçaltimda uykumda bile zihnim çok hızlı çalışıyormuş bu nedenle sabahları muhtemelen yorgun kalkıyormuşum ( ki bu da doğru genelde dinlenmemiş olarak kalkmaktan şikayetçi olurum ben)  bu nedenle bunu dengelemek için fiziksel aktivite yapmam tercihen de spora başlamam gerekiyormuş. Ve bunun gibi bir sürü şey daha söyledi. Yukarıda da söylediğim gibi hepsini burada anlatamam  çok kişisel şeyler var çünkü ama doğru mu diye sorarsanız evet hepsi de doğru. Ben çok etkilendim. 

Eve gelince tuttuğum notları tekrar okudum.Hemen kankamı aradım. Hepsini anlattım. O da çok etkilendi ama nedense Onu gitmeye ikna edemedim daha. Ben çok memnun kaldım. En azından kendimde hoşlanmadığım yanlar ile ilgili kısımların nedenlerini ve bunları nasıl dengeleyebileceğimi gösterdi bana bu PİN kodu analizi.

Isteeee geldim yazının en başındaki bu kendimle barışma meselesine.Yani insan bazı hareketlerinin nedenlerini bilince çözümüne daha kolay ulaşıyor. Şu hayatta daha iyi bir insan olmak adına okuduğum onca kişisel gelişim kitaplarına, gittiğim onca kişisel gelişim seminerlerine ek olarak PİN kodu analizi de benim kendimi daha iyi tanımak istediğim içsel yolculuğumda bana bir ışık oldu. 

Şiddetle tavsiye ediyorum...Ama öncesın de Hürriyet'in  hafta sonu ekinde  uzuuuun bir süre önce (arşivden bulacaksınız artıkım )Ayşe Arman'in köşesinde yazdiği "Yoksa siz hala PİN kodunuzu bilmiyor musunuz?" başlıklı yazısını mutlaka okuyun. 

Herkesin kendi içsel yolculuğunda aradığı kendilerini bulmaları dileği ile...

FIRTINALI HAVALARIMDA SIĞINDIĞIM LİMANLARIM....DOSTLARIM...


Gecen cuma akşamı geç bir saatte iş yerinden çıktım. Yorgun, cuma akşamı yalnız olmaktan mutsuz, ama biri ile bir yerlere gidecek enerjiden de yoksun bir şekilde otopark görevlisinin arabamı getirmesini bekliyordum ki telefonum çaldı. Kankam Mersine annesine gitmişti oradan aradı. Olağan günlük konuşmamızı yaptık. Amerika'dan kankamın yegenleri Pelin ve Emir için küçük birer hediye almıştım. Bana teşekkür etmek istiyorlarmış. Pelin 5 yaşında henüz. Emir ise 7 yaşında. Dünya tatlısı ikisi  de. Bıcır bıcır konuştular, teşekkür ettiler. Çocukların sesi bana hep iyi gelmiştir. Neyse dudaklarımda hafif bir gülümseme mutlu bir şekilde kapattım telefonu. Arabama bindim . Aradan bir yarım saat geçti tekrar çaldı telefonum. Aaa kankam gene arıyor "Birşey söylemeyi unuttu herhalde'' diye düşündüm. Her zamanki gibi " Yes şeker " diye açtım telefonumu baktım Pelin.." Bana aldığın terlikleri burada herkes çok beğendi , ben de "üzülmeyin Vildan teyzem size de alır" dedim, "anneanneme, teyzeme , anneme de alırmısın" diye soruyor. Allahım ya nasıl güzel bicir bicir konuşuyor. Sonra kankam aldı telefonu tam konuşurken bak sana kimi vereceğim dedi. Telefonda " Neccektin be Hazal neccektin, eeee napacan sende mecbur'' diye Vasfiye Teyze kelimeleri ile baslayan cumleler kuran Pelin'in babası...Allahım nasıl bir güldüm, nasıl  bir güldüm. Gözlerimden yaş geldi. O yarım saat önceki gamlı baykuş halimden eser kalmadı. Icim mutlulukla doldu.

Telefonu kapatırken aklımda iki şey vardı.

1- Dünyanın en kolay şeyi çocukları mutlu etmek. Keşke tüm çocukları mutlu edebilsem.

2- Dostları olmalı insanin fırtınalı havalarda sığınabileceği limanlar gibi...Bu dizeler hangi şiire ve saire  ait bilmiyorum. Sahibinden de özür diliyorum. (İnternetten aradım ama kime ait bulamadım).  Ama hissettiklerimi o kadar tıpatıp anlatan, tercüman olan  bir dize ki bu. 

İşte benim de böyle dostlarım  var. Fırtınalı havalarımda sığındığım limanlarım....


19 Mart 2014 Çarşamba

BAŞUCU KİTAPLARIM...



Eskiden beri kitap okumayı çok severim. Hayat’ın herkes gibi benim için de inişli çıkışlı olduğu günlerde  sanırım hiçbir şeye konsantre olamamamdan dolayı az okur olmuştum. Oysa okumak bir hobi olmanın ötesinde benim için bir kaçıştı. Ne zaman çok üzülsem kitaplara veririm kendimi. Okurken gözümde okuduklarımı canlandırır ve başka bir dünyada, kitapta anlatılanların dünyasında yaşarım. Neyse yeniden kitap okuyorum....

Geçenlerde Şems-i Tebrizi'nin Bab-ı Aşk adlı kitabını okuyordum. Kitabın en başında 40 kural var Tebrizi'nin sözlerinden oluşmuş...12. kuralda  Şems-i Tebrizi der ki  : 

Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

Bu söz bana inanılmaz iyi geliyor. Hala çok endişeli olduğum zamanlarda bu sözü hatırlatırım kendime....Bazı kitaplar var ki başucu kitabı olmayı hakediyor. Bab-ı Aşk da öyle bir kitap bence...Her zaman başucumda durur.  Arada açar okurum.

Gecenlerde kankam canım arkadaşım bana bir kitap hediye etti. Biz arada birbirimize beğendiğimiz kitapları alırız. O çoktan beridir bahsediyordu bu kitaptan hatta bulunmuyormuş D&R dan siparişle getirtmiş. Sağolsun bir tanede bana almış." Türkiye'de Ölmeden Önce Açmanız Gereken Gizemli 78 Kapı" Yazarı Ata Nirun. Yazar kitabını 3 bölüme ayırmış.  Gezin ve Görün; Öğrenin ve Uygulayın; Okuyun ve Araştırın...




Gezin görün bölümü "Manisa Spil Dağlarında Atlantisi Arayın” diye başlıyor ve Türkiye'nin dört bir yanına götürüyor...Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında " Bu kitapta, dünyaca ünlü mitlerin ve inançların bizdeki koordinatlarını okuyacak ve şaşıracaksınız" diyor...Gerçekten şaşırıyor insan...En hoşuma giden kısmı ise sayfaların yan  kısımlarına özlü sözleri koymuş yazar...
İşte size özlü sözlerden bir demet :

- "Amaçsızca dolaşan herkes kaybolmuştur"  Tolkien

-"Bir insanı sevmek onunla birlikte yaşlanmaya razı olmaktır"  A. Camus

-"Bizim en büyük hatamız başkalarının hataları ile uğraşmaktır"   Halil Cibran 

Ve daha bir çok, sizi söyleyene hayran bırakacak sözler.....


Gerçekten bu kitapta başucunuzda durması gereken kitaplardan biri bence...Benim başucumdaki yerini aldı bile...

2 Mart 2014 Pazar

TÜRKÇE İNGİLİZCE ORTAYA KARIŞIK....


Eskiden  olmayan bir sürü kelime girdi dilimize yarı İngilizce yarı Türkçe konuşuyor bazı insanlar...

Event mesela...Geçenlerde iki bayan konuşuyorlardı oturduğum kafede yan masada. " Şekerim bu hafta iki EVENT var "  :)

Ben sonuna kadar Türkçeden yanayım,. Sevmem öyle konuşurken yabancı kelime karıştırmayı araya. İnsan kendini en iyi ana dilinde ifade eder bence. Ama tabi çok da kınamamak lazım. İlk Amerika ya gidişimde kendimi öyle bir kasmışım ki Türkçe konuşmayayım diye dönünce o kadar dikkat etmeme rağmen ben de bir iki gün konuşurken araya İngilizce kelimeler sıkıştırdım laf aramızda. Ama neyse ki çabuk atlattım durumu...
Bir zamanlar çok sevdiğimiz bir müdürümüz vardı. Kulakları çınlasın kendisinden gerçekten çok ama çok şey öğrenmişimdir. Kendisi 30 yıl Amerika'da yasamış sonra Türkiye'ye dönmüş çok renkli bir kişiliktir. Türkçeyi de uzun yıllar Amerika'da yaşamasına rağmen aksansız  konuşur. İngilizcesi de aksansızdır.

Türkiye de yasamaya başladıktan sonra Türkçeyi aksansız   konuşmasına  karsın  konuşurken bazen araya  İngilizce  kelimeler  sıkıştırırdı

Mesela haftalık sabah toplantısındayız. Getir götür islerine bakan arkadaşımıza " Heat" i ac " derdi. Zavallı adam panik halinde ne diyor diye bakınırken biz koro halinde " Klima".Toplantının ciddiyeti bir anda yerle  bir olurdu.
Bir gün bizi gaza getirip çalıştırttığı bir hafta sonu aksamı yorgun argın  yemeğe gittik hep birlikte. Hiç birimizde konuşacak hal yok. Kendisi bize jest yapmak istedi, biz de kırmadık. Yemeğimizi yedik. Garson masaya geldi "başka bir şey ister misiniz?" diye sordu. Sevgili müdürümüz " Desert" lerden neler var?" dedi. Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş fakat İstanbul'da da durumu kurtarmaya yetecek kadar yaşamış garsonumuz " o bitti efendim size tatlı ikram etsem" dedi...Eeee gülmek farz olmuştu kahkayı bastık hep birlikte. Garson durumu anlamadı ama bozuntuya da vermedi.
Tabii bu yazıdan; ön yargılı olmamak gerekiyor, insan uzun süre yaşamışsa yurtdışında bunu snopluk olsun diye değil de alışkanlıktan yapıyor olabilir diye bir sonuç çıkıyor ama yine de bu sonucu çıkaracaklar için bir ekleme yapmak istiyorum.

Biz de kimin alışkanlıkla, kimin snopluk olsun diye yaptığını bilecek kadar sosyal hayatin içindeyiz yani :)
YAZAR MI DIZI OYUNCUSU MU ???           19.04.2013

Gecen gece TV de Abbas Güçlü ile "Genç Bakis" i seyrediyordum.

Üniversite gençleri Alev Alatl'iya sorular soruyorlar.  Gencler güzel sorular sordular, Alev Alatlı da güzel cevaplar verdi. Bu arada Alev Alatlı sorunun doğrudan sorulmayıp dolandırılmasını sevmezmiş. Laf ebeligi yapmayın diyor. 

Programın bir bölümünde sokaktaki insanlara Konugun ismini söyleyip tanıyıp tanımadıklarını soruyorlar. Bu sefer de Alev Alatlı kim? diye mikrofon tuttular güzel Yurdumun güzel insanlarına

Cevaplar:

-Dizi oyuncusu,
-Sarkıcı
-Mutlaka  muhterem bir zattır ( Yasli bir amca söyledi)
-Akil seçilenlerden biridir
-Ayyy bilmiyorum bilmek istemiyorum çok sinir oldum su annn (bir vatandaş)

-Ayyy yazar miydi galiba...Hatta gecenlerde bir kitabi cikti ( Tutturdu ama emin degil)

-İyi muhalefet yapıyor

gibi cevaplar verdi sokaktaki vatandaş...

Sonuç olarak soru sorulan insanların % 90'i Alev Alatlı kim bilemedi.???  Sorulan dizi oyuncusu olsaydı durum tam tersi olur insanların % 90 i bilirdi herhalde...


Öylesine bir durum tespiti iste....